2018 yılının soğuk bir Aralık akşamıydı. Çalışma masamda hafta sonu rutinim haline gelmiş olan elektronik postalarımı kontrol ediyor, hafta içi bakamadığım ve detay analiz gerektiren konular üzerinde çalışıyordum. Dedektif fimlerinden özenerek aldığım, camı yeşil boyalı ve sarı metal ayaklı masa lambamın ışığı altında bilgisayarımın yansıttığı ışık, dolunay ile aydınlanan sokaktaki lambaların ışığı gibi kifayetsiz kalıyordu. Masa lambamın ışığı sadece bilgisayarımın bulunduğu alanı ve klavye üzerinde raks eden ellerimi aydınlatıyordu. Bu küçük alanın dışında kalan tüm oda ise, gündüze dair izlerin tamamını yutan devasa karanlığın içinde yüzmeye devam ediyordu. Tıpkı bazen gidecek liman bulamadığı için açıkta çapa atan mülteci düşüncelerim gibi.
Dışarıda hoyrat esen rüzgarın okşadığı çelimsiz apartman çatılarından doğan prematüre gürültüler, odamın camını sertçe dövüyordu. Odamda tesis etmek istediğim sessizlik cumhuriyetini işgal etmek üzere etrafını kuşatan düşman gürültü ordusu birlikleri, camdan sızacak delik arıyor gibiydi. Oysa çalışmaya olan konsantrasyonum işgal birliklerinin her denemesinde çıkardığı gürültüyü kifayetsiz kılacak ve sessizlik cumhuriyetimin bekasını sağlayacak en güçlü silahımdı.
Gece 10 sularında üzerine titrediğim sessizliğin, dış kapımızından gelen zayıf bir tıklama ile bölündüğünü fark ettim. O kadar zayıftı ki, kapıya yakın olan odada olduğum için sadece ben duyabiliyordum. Hane halkından kimsenin kapıyı açmak için harekete geçmemesi de, bu durumu ispatlıyordu. Belki de saat geç olduğundan çekinildiği için kapı, duyulması güç derecede zayıf çalınmıştı. Konsantrasyonumu bozmamak için anneme kapının çaldığına dair seslendim ve çalışmaya devam ettim. Bir taraftan geç denebilecek bir saatte kapıyı kimin çaldığını düşünmeden edemiyor, diğer taraftan da bu meraktan sıyrılarak tekrar konsantrasyonumu toplamayı deniyordum.
Kapıdan gelen bir nida ile toplamaya çalıştığım konsantrasyon kırıntılarının tamamen dağıldığını kabullenmiş ve artık gelen seslere pür dikkat kesilir bulmuştum kendimi. Biraz dinleyince annemin gülüşü ile karışık sevgi sözcüklerini duyar oldum. Belli ki karşısında küçük bir çocuk vardı ve kapının çelimsizce çalınmasının sebebi şimdi dahi iyi anlaşılıyordu. Peşi sıra annemin odanın karanlığında dahi rahatlıkla fark edilen parlayan gözleri ile içeri gelerek bir çikolata alıp, tekrar hızlıca ve de yüzündeki şaşkınlık ve minnettarlığını belli eden bir gülümseme ile kapıya doğru gidişini merakla izledim. Güzel duaları ve sevgi sözcükleri ile teşekkür edip, küçük misafirini uğurlayarak kapıyı kapattı.
İçeri geldiğinde en az annem kadar şaşırdığım bir manzara ile karşılaştım. Annemin elinde bir buket çiçek ve yüzünde çiçekten daha güzel bir gülümseme vardı. Soracağımı tahmin ederek anlatmaya başladı heyecanla. Üst kattaki komşumuzun 4-5 yaşlarındaki küçük kızı dışarıdan gelirken ebeveynlerine annem için çiçek aldırıp, kapıdan vermek istemiş. Annem kapıyı açtığında da, karşısında çiçeği ona doğru uzatarak masum ve karşılıksız sevgi dolu bir gülümseme ile “İyi ki varsın! ” diyerek çiçeği anneme takdim etmişti. Böyle güzel bir manzaraya kapı açan annem, Alice Harikalar Diyarı ‘ndaki gibi kapının açılması ile bir an için bambaşka ve de çok güzel bir dünyaya yolculuk etmişti. O geceye dair aklımda küçücük bir çocuğun jestinden mütevellit annemin parlayan gözleri ve yüzündeki güzel gülümsemesi ile ufaklığın sevgi sözcüğü -” İyi ki varsın!”- kaldı.
Takip eden günlerde her boş vaktimde bu sahneyi, zihnimin sadece bana açık sinema salonunda kapalı gişe bir film gibi tekrar tekrar vizyona soktum. Tek sahnelik bu filmi her izlediğimde hep aynı soruyu kendime sordum. Annemin gözlerini kutup yıldızı gibi parlatacak derecede onu mutlu eden neydi? Kan bağı olmayan küçük bir kız çocuğundan karşılıksız sevgisini temsil eden bir hediye alması mı? Yoksa kendisinin bu kız çocuğuna beslediği sevginin karşılık görmesi mi? Biraz daha düşününce daha kuvvetli bir ihtimal buldum, belki de annem tarafından hiç düşünülmeyen…
Kırık Cam Teorisi’ni duymuş muydunuz?
“Kırık Cam Teorisi” ABD’li suç psikologu Philip Zimbardo’nun 1969’da yaptığı bir çalışmadan yola çıkılarak geliştirilmiştir. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, fakir Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model otomobil bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Sonuçta Bronx’taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi sağ kalan otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki zengin ve beyazlar da olaya dâhil oldu. Birkaç dakika sonra otomobil kullanılmaz hale gelmişti. “Demek ki” diyordu Zimbardo, “ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.” (Alıntı:https://www.kigem.com/kirik-camlar-teorisi-ve-basari.html)
Hadi bu teoriyi günümüze ve yetişkinler arasındaki iletişime uyarlayalım. Maalesef ki günümüzde birbirine sevgi sözcükleri söylemeyi büyük bir külfet gören, hatta içten bir selamı, sıcak bir günaydın temennisini ve samimi bir gülücüğü birbirinden esirgeyen bireyselci bir ortamda yaşamaya başladık ve de işin kötü tarafı buna her geçen gün alışıyoruz. Yani teorideki gibi bir camın kırılmasından sonra kırılan cam tamir ettirilmediğinde diğerlerinin kırılmasına uygun ortam sağlandığı gibi, içinde bulunduğumuz ortamlarda da birbirinden sevgi sözcüklerini ve güleryüzünü esirgeyen bir kişi , bu davranışı bulunduğu tüm ortama farkında olmadan yayabiliyor. Yani içinde bulunduğu durumdan mutlu olmayan bir kişi, bu hissiyatını verdiği tepkilerle (daha doğrusu göstermediği pozitif duygusal yaklaşımlarla) bir bulaşıcı hastalık gibi tüm ofise, eve, okula vb… her yere yayabilir. Günün sonunda birbirinden uzaklaşan, duygularını anlayamayan ve hatta onlara önem vermeyen hissiyatsız insanlar topluluğu haline geliyoruz.
Yukarıda bahsettiğim nedenle duygularımızı görmezden gelerek, aslında her birimiz kendimizde tanısını koymadığımız “insani değerler miyopluğu” hastalığına yakalanıyoruz ve birbirimize bakarken içimizdeki insanı göremiyoruz. Ve bu duruma o kadar alışıyoruz ki; bir gün biri sebepsiz yere sevgi sözcüğü söyleyerek bizi mutlu ettiğinde, karşımızdakine miyop olan gözlerimiz hiç olmadığı kadar parlıyor ve net görmeye başlıyor sanki çizdirilmişcesine. Görülüyor ki; aslında biz sevgi okyanusunun ortasında kendimizi, kendimize ait bencillik sıra adalarında esir tutuyoruz. Bırakın adalarımızdan yüzerek uzaklaşma cesaretini göstermeyi, ıslanmaya dahi tahammül edemiyoruz. Ta ki birileri gelip kapımızı çalarak , bize “iyi ki varsın!” diyene kadar…
Gelin görün ki bu hastalığa, hayatlarımızın en masum ve de güzel duygularını yaşadığımız çocukluk dönemlerimizden, bu duygularımızı da beraberinde terk ederek yetişkinlik diyarına göç ederken yakalanıyoruz. Ve bu yolculuk esnasında ileride özlemle anacağımız duygularımızı önceliklerini yitirdiklerinden dolayı, kendi ayaklarının üzerinden duran bir birey olmak isteyen devasa egolarımızı ancak alabilen küçük valizlerimize sığdıramıyoruz. İşte bu yüzden ne kadar yetişkin olursak olalım, hep bir yönümüz eksik kalıyor. Kendimizi vatanına hasret gurbetçi gibi hissediyoruz ya da asla kabullenilmeyeceği topraklara iltica etmeye çalışan mülteciler oluyoruz, duygularımızı gerçek anlamda yaşayamadığımız ve ifade edemediğimizde.
Yetişkinler arasında artık birbirimizden esirgediğimiz sevgi sözcüklerini, jestleri ve yaşayamadığımız duyguları , hayatın farklı alanlarından besler, ödünç alır ya da ikame eder olduk;
Sahiplendiğimiz evcil hayvanların sadakatından,
Yoğun ve de verimsiz toplantılar yüzünden sevdiklerine vakit ayırma derdi olmayan, koşulsuz ve karşılıksız sevgi besleyen torunlar veya küçük çocuklardan,
İzlediğimiz sinema filmi veya dizilerde telafi etmeye çalıştığımız suni yaşayamadıklarımızdan,
Başkalarının yaşadığı duygulardan dizelere döktüğü şiirlerden veya notalara döktüğü arabesk ya da nihavent ezgilerden,
Tam da bizi anlattığını düşündüğümüz, düşünce ve duygu dünyamıza tercüman olan kitaplardan, masallardan ve gerçek hayattan alıntı biyografi ve hikayelerden,
Sosyal medyada beğeni almak için kaynağı bilinmeden iletilen duygu yüklü yazılardan,
Bayramlar öncesi yayınlanan ve yakın akrabayı ziyaret etmek yerine tatile gitmeyi planlayanlar için vicdan azabı yaratan ağlamaklı reklamlardan,
Ana haber bültenlerinde ve gündüz kuşağı programlarında izlediğimiz dramatik hayatlardan,
Bir sosyal sorumluluk projesine katkı vererek tatmin etmeye çalıştığımız ulvi duygularımızdan,
Bizi derinden sarsacak derecede sevdiğimiz birinin vefat haberinden,
Milli ve dini değerlerimizi sergileyen özel günlerimiz ve bayramlarımızdan…
Oysa yetişkin hayatlar, duygudan beslenmeyen hayatlar anlamına gelmemelidir. Her ne kadar kapitalist düzenin içerisinde yaşamaya alışmış, insanın olmadığı akıllı fabrikalar kurmaya çalışan , aşırı tüketim ile sadece dünyanın kaynaklarını değil, duygularımızı da hızlı tüketen bir teknoloji toplumunda yaşasak da, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin en tepe noktası olan “kendini gerçekleştirme” adımında, peşinde koşacağımız bir hayalimizin ve misyonumuzun olması gerektiğini ve mana arayışımızı unutmamalıyız. Ve de hayata geliş amacımızın, maddiyat ve fiziki edinimlerin ötesinde olduğunu da…
Gülümsemenin ve değer verdiğiniz kişilere sevginizi sözcüklerle dile getirmenizin sağladığı etkinin derinliği, son teknolojilerle donatılmış güçlü orduların kan kokan silahlarının menzillerinden daha büyüktür. Çünkü bir insanın hayatını iyi yönde değiştirmek, tüm dünyayı değiştirmeye eşdeğerdir hem de kendi rızası ile.
şte bu yüzden yetişkinlik sınırını geçerken x-ray cihazında manyetik olmadığı halde terk ettiğiniz duygularınızı ömrü boyu ve de doyasıya yaşayabilmek için küçük bir çocuğun kapınızı çalmasını beklemeyin. Hadi siz başkasının kapısını elinizde bir demet çiçekle çalın ve içinizden geldiği gibi ona varlığının sizin için ne kadar anlamlı olduğunu kendi sevgi sözcükleriniz ile ifade edin. Bunu ne kadar çok kişiye yapabiliyorsanız, bu zamana kadar yaşadığınız hayatta güzel insanlar biriktirmeye değer, güzel bir hayat yaşamışsınız demektir. Eğer kapısını çalacak kimseniz olmadığını düşünüyorsanız da, bundan sonra buna değecek hayat yaşamanın vakti gelmiş demektir.
Unutmayalım ki; karşımıza çıkan bir kişi -ki bu küçücük bir çocuk olabilir- en az bir şeyi bizden daha iyi biliyordur. Örnek vermek gerekirse;
Hayatı dolu dolu yaşamayı,
Ömründen/kendinden yaşça büyük ve de güzel hayaller kurmayı,
Küçük şeylerden mutlu olmayı,
Kim ne der diye çekinmeden ağlamayı,
Sebepsiz ve içten gülmeyi,
Önyargısız olmayı,
Karşılıksız sevmeyi,
Almayı beklemeden vermeyi ve karşılıksız paylaşmayı …
Yani bir başka deyişe kaybetmeye yüz tutan insani değerlerimizi, yitik insanlığımızı…
Bu arada o gece kapımız ile birlikte kalbimizi de çalan küçük davetsiz misafirimize 1 hafta sonra annem iade-i ziyaret gerçekleştirdi. Kapıyı açar açmaz elinde hediyesini, “İyi ki varsın!” nidası ve güzel gülümsemesini de beraberinde sunarak. Ufaklığın mutluluğunu ve evinin içinde nasıl heyecanla koşuşturduğunu kelimelerle ifade edemeyeceğim için artık bu yazıyı noktalamanın vaktinin geldiğini düşünüyorum.
Birbirinizden gülümsemenizi ve sevgi sözcüklerinizi esirgememeniz,
Kalbinizde asla yaşlanmayan çocuğu her gittiğiniz yere beraberinizde götürmeniz,
İyi ki varsın diyebileceğiniz hayatlar yaşamanız dileğiyle…
İyi yolcukluklar!
Saygılarımla,