Siyah Önlük-Beyaz Yaka-Beyaz Mendil Üçlemesi
Yokluklar içinde mutluluğu var edebilen ebeveynler tarafından büyük fedakarlıklarla büyütülen, 80 kuşağının tipik bir temsilcisiyim. Bu yıllarda ve daha öncesinde doğanlar (baby boomers ve X kuşakları) siyah önlük, beyaz yaka ve beyaz mendil üçlemesini iyi hatırlıyorlardır kanımca. Hani siyah ve beyazın eşitliği vurgulayan o masum kreasyonuna sahip ve bir o kadar da hayatımızın en renkli ve de hayalperest anlarına şahitlik eden ilköğretim günlerini… Hani her pazar akşam mesaisinde cefakeş annelerimiz tarafından ütülenen siyah önlükleri… Hani yeni yıkanan çamaşırlardan yayılan lavanta kokularıyla, sanki zorla çalıştırıldığı için kızgın ütüden çıkan buhar kokularından oluşan karışımın, döküm soba ile ısıtılan evin bütün odalarına nüfuz ettiği, sıcacık ve de sevgi dolu geceleri… Hani televizyonda pazar günü akşam saatlerinde yayınlanan ve ödev yetiştirme telaşında iken kaçamak bakışlarla izlenen “Bizimkiler” dizisini ve daha nicelerini…
Bugün bile evde her ütü yapıldığında aynı telaş ve yeni yıkanmış çamaşır kokan pazar akşamları aklıma gelir. Annemin bu ütü ritüeli, pazartesi sendromunun erken habercisiydi o dönemler benim için, pazartesi günü henüz sendromu olan bir gün olarak ilan edilmemişken. Binbir zahmetle gece geç saatlere kadar hazır edilen jilet gibi siyah önlüğüm, uyandığımda beni ilk selamlayan olurdu her sabah. Ödevlerimi bitirmenin gururu, temiz kıyafetlerimi giymenin rahatlığı, annemin güzel dualarını almanın huzuru ve beslenme çantamda çok sevdiğim patates kızartması ve ayran ikilisinin iştah kabartan sevinci ile birlikte bir başka güzeldi okul yoluna düşmek.
Sanki dünyada beni mutlu etmek için sahip olmam gereken herşeyi sırt çantama yüklemiştim;
hayatın anlamını unutursam, okuduğumda her defasında bana yeniden ve de bıkmadan fısıldayacak kitaplarım,
başarı ve mutluluk hikayelerimi yazdıracak hayallerim kadar renkli ve azim kokulu kalemlerim, yaptıklarımı ve yazdıklarımı beğenmediğimde kaybetmekten korkmadan ve de iz bırakmadan silebileceğim silgim,
sayfaları hayal kırıklıklarımla dolduğunda, öğretmeni olan tecrübeden yeni dersler alarak ümitle temiz sayfalarını açacağım defterim,
umutlarım her tükendiğinde onları daha gür açacağım kalemtraşım,
tüm bunları muhafaza eden rengarenk hayallerimden dokunmuş çantam,
ve de bir nefes kadar uzun yolculuğa çıkacak kadar da fazlaca sevgi doldurmuştum küçücük bedenimdeki devasa kalbime en safından, kirlendiğinde kin tutmadan yenileri ile değiştirebileyim diye…
Nasıl olsa bende hep temizi bulunacaktı diye düşünürdüm o zamanlar.
Çantamda ve kalbimde taşıdıklarımdan başka, insanın daha neye ihtiyacı olabilirdi ki, hayat denilen bu uzun ve ince yolculuğa çıkmak için? Daha fazlasını istemeye ne gerek vardı ki zaten? Hem zaten fazlası olsa da misketlerimi bölüştüğüm oyun arkadaşlarıma pay ederdim yüksek ihtimalle. Oysa hayatın bu kadar basit olmayacağını ve de ben onu yaşarken, onun benim hakkında başka planlar yapacağını bilemezdim. Ta ki büyüyüp daha çok kazandıkça, daha çok tükettiğimizi ve daha çoğuna ihtiyacımız olduğuna inanmak istediğimizi görene kadar… Ta ki kendimizden geçme pahasına çok çalışarak elde edip tükettiklerimizin, aslında gerçek ihtiyaçlarımız olmadığını görene kadar… Ya da bir başka deyişle ihtiyacımız olduğuna dair bize dayatılanlar için kendimizi ve de tek nefeslik tüm yolculuğumuzu heba ettiğimizi görene kadar… Oysa herşeyin azı makbuldü, yanında fazlaca kendimizden başka…
Oysa Hepimiz Beyaz Yakalı Olarak Başlamıştık…
Fabrikalardaki tek tip kıyafetler gibi, ilkokul çağlarımızda biz de siyah önlük, beyaz kolalı yaka ve önlüğümüzün üst cebine üçgen şeklinde özenle yerleştirilmiş beyaz kumaş mendilden oluşan tek tip kıyafetlerimizi giyerek giderdik okulumuza. Klasik fabrikalardan farklı olarak avlusundan makine sesi yerine neşe dolu kahkahalar duyulan, bacasında duman yerine umut tüten, çocuk işçi yerine çocuk beyinlerini çalıştıran, hiç bir maliyeti olmayan hammaddelerden paha biçilmez ama bila-bedel sevgi ve de bilgi üreten, kar ve ciro maksimizasyonu gözetmeyen fabrikalardaydı bizim mesailerimiz. Bazı yıllar sabahçı, bazı yıllar da öğlenci olurduk, 1. ve 2. vardiya çalışanlar gibi.
Bu tek tip kıyafet bizim için sıradanlığın değil, eşitliğin simgesi idi o yıllarda; zengin-fakir ve sınıf ayrımı yapmadan, sadece bilginin ölçüldüğü ve de değerlendirildiği,
aynı mahallede yaşayan çocukların, eğitimin kalitesi ve semtin güvenirliği ile ilgili herhangi bir endişe olmadan mahalleye yakın okula gönül rahatlığıyla gönderildiği,
soyadına, babasının mesleğine ve de ailesinin bankadaki hesap ekstresine bakılmadan her çocuğun birbiri ile özgürce oynayabildiği,
aynı haftalık beslenme programı ile aynı yemekleri yiyebildiği,
aynı öğretmenden eşit süre ders alıp, eşit süre teneffüste aynı oyunu oynayabildiği,
aynı topun arkasından koşturduğu ya da aynı ipten atladığı,
sadece süresinin eve dönüş saati ile sınırlı olduğu, sınırları ve eşi olmayan bir eşitliğin simgesi…
Ta ki önce matematikte, sonra hayatta eşitsizlikleri öğrenene kadar…
Ta ki geleceğe dair eşitsizlik tohumlarının atılmaya başlandığı, kendi seçimlerimizi yaptığımız zamana kadar…
İlkokulda her birimiz aynı döküm sobalı ve tahta sıralı sınıfta iken, büyüyünce hayat bizi uğruna yolculuğa çıkmadığımız, müfredat dışı kapitalist değerlere göre acımasızca farklı sınıflara ayırmaya başladı. Aynı oyunu severek oynadığımız ve aynı sınıfta ders gördüğümüz arkadaşlarımızın her biri, başka bir yol ayrımında farklı bir sıfatla tamlanmaya ve de eksilmeye başladı bizden. Her seçimde bir oyundan ve çocukluğumuzdaki çamur kokulu güzel bir anımızdan vazgeçtik ve hayat bizi daha önce hiç bilmediğimiz sınıflara ayırmaya devam etti, eski eşitlik durumumuzu hiçe sayarak; zengin-fakir, kadın-erkek, mimar-mühendis, bekar-evli, çocuklu-çocuksuz, akademisyen-profesyonel, kamu-özel sektör çalışanı, esnaf-fabrikatör, patron-çalışan, işçi-işveren, tam zamanlı çalışan-taşeron, ev sahibi-kiracı, sigortalı-sigortasız, memur-müdür, beyaz yakalı-mavi yakalı… diye. Oysa ilkokulda her birimiz beyaz yakalı başlamıştık hayata, azami mutluluk ve asgari sorumluluk tarifesiyle fakat hayal kırıklıklarına karşı özel sağlık sigortasız.
İletişimin Magmasına Yolculuk…
Son haftalarda üzerinde çalıştığım proje gereği vaktimin çoğunu montaj hatları, malzeme deposu gibi fabrikanın dinamik ve emek yoğun olan bölümlerinde geçiriyorum. Bu vesile ile mavi yakalı mesai arkadaşlarımızla daha çok vakit geçirir oldum. Daha emek yoğun ve fiziksel açıdan daha zorlayıcı şartlarda çalışmalarına rağmen, bu şartlarda dahi katma değer üretmek için öneri vermeye hevesli olmalarına, küçük şeylerden mutlu olmalarına, değer verildiği ve görüşlerinin samimi şekilde sorulduğunu hissettiklerinde gözlerinden haykıran gülümsemelere ve içten selam vermelerine hayran kalmamak elde değil. Bu durum, tıpkı insanın çocukluk döneminde yaşadığı ve de özlemle andığı memleketini uzun bir aradan sonra ziyaret edip, temiz havasını şehir ortamından kirlenmiş ciğerlerine çekmesi gibi ferahlattı beni. Hasretini çektiğim gönlümün memleketinde kurulu medeniyetin resmi tam da buydu. Hele hele plaza çalışma ortamından sonra, böyle sıcak bir çalışma ortamının bana çok daha organik geldiğini, hatta nasıl sıfatlandırılırsa sıfatlandırılsın beni yine eşitliğin ön planda olduğu ilkokul günlerime geri döndürdüğünü hissettim.
Günümüzde iş hayatında masa başlarından kalk(a)mayan birçok mühendis ve yöneticilerle karşılaşabiliyor ya da bu tarz kişilerden bahsedildiğini duyuyoruz. Bunun ne kadar büyük bir kayıp olduğunu son 1 aydır yaşadığım engin tecrübeden fazlasıyla çıkardığımı söyleyebilirim. Daha önce de bildiğim bu detayın sağlamasını hatta stajını yapmış gibi hissediyorum kendimi. Japonların da söylediği gibi hayat Gemba‘da akıyor. Sorunların çözümü, alabileceğiniz en paha biçilmez dersler ve kıymetli tecrübeler, iletişimin magması olan üretimin merkezinde yatıyor. Bize düşen tüm samimiyetimizle iletişimin merkezine yolculuk edip, bu madeni bulup çıkarmaktır. Püskürttüğü sıcak duygu lavlarından ilkokul günlerimdeki gibi buram buram eşitliğin kokusunu aldığım, ünvan yerine bilgi ve tecrübenin, temiz kıyafetler yerine parlak fikirlerin ve kirlenmiş ellerin, emirlerin yerine ter kokulu emeklerin, elektronik postaların yerine yüz yüze iletişimin, kibir yerine samimiyetin saygı gördüğü ve zamanın nasıl geçtiğinin anlaşılmadığı bu boyutlar üstü merkez, kimimize bir gönül mesafesi kadar yakın, kimimize ise maalesef fersah fersah uzakta.
Bu merkeze ulaşmak için yapılması gerekenler öncelikle konum, sınıf, sıfat fark etmeksizin herkese saygı göstermek, güzel ve içten bir tebessüm ile selamlamak, hal ve hatırlarını samimiyetle sormak, dertleri ile dertlenmek ve çözmeye gayret etmek, görüşlerini sormak ve onları dikkate almak, önerilerini rica etmek, takdir ve de teşekkür etmek, birlikte çözüm ve de katma değer üretmek ve sonunda başarının mutluluğunu birlikte paylaşmak, başarısızlığa birlikte göğüs gerip, tekrar etmemesi için dersler çıkarmak… Yani gönül almak hem de bila-bedel ve karşılığında Space-X’in uzay gemisine binmeye gerek olmadan iletişimin magmasına yolculuk etmek… Bence denemeye fazlasıyla değer.
Yakalının Rengi Değil, Renk Farketmeksizin Katma Değer Üreteni Makbuldür.
Ne kadar eğitim ve de diploma alırsak alalım, yaptıkları işin tüm detaylarını ve püf noktalarını, işi fiziksel olarak icra edenlerden daha iyi bilmemizin imkanı yoktur. Bu gerçeği kabul edip, masa başında onların yaptığı işleri onlarsız geliştirmek yerine, Gemba‘ya gidip onlarla birlikte katma değer üretmenin, sonuçlar açısından daha verimli olacağı aşikardır. Hele hele alınan kararlar ve akabinde icraya konulan aksiyonlarda bizzat operasyonu yapan çalışanın dahil edilmemesi, çözüldüğü zannedilen problemler çöplüğüne yeni bir konteyner dökmekten farksızdır. Çözüme daha kısa sürede ve daha az emek harcayarak gitmek varken, kendimizi soyutlayarak kendi sınırlı dünyamız çerçevesinde fikir üretmeye çalışmanın, çözümü geciktirmekten ve de tek nefeslik yolculuğumuzda yalnız kalmamıza sebep olmaktan başka bize katkısı olamayacağı aşikardır. Asıl olan bu yolculuğun bir gün sona ereceği ve nefesimizin tükeneceğidir. Sahip olacağımız tüm fiziksel varlık ve ünvanları bırakacağımız bu limitli zaman diliminde arkamızdan bizi yaşatabilecek tek zenginliğimizin, iletişimin magmasına inerek kazandığımız öz saygınlığımız ve ürettiğimiz katma değerler sayesinde elde ettiğimiz hayır dualarının olacağını unutmamalıyız.
Bu nedenledir ki; insanın da, yakalının da rengi ve hatta dili, ırkı farketmeksizin katma değer üreteni makbuldür, hem şirketler hem de üzerinde yaşadığımız dünya nazarında. Unutmayalım ki; bugün kaynaklarını paylaşamayarak adaletsizce tükettiğimiz dünyamızın geleceğini katma değer üreten insanlar belirleyecektir, sosyal sınıfı ve eğitim düzeyi fark etmeksizin. Dünyayı, içindeki paylaşımcı çocuğu öldürmeyen ve siyah önlüğünün temsil ettiği eşitliği hayatının her safhasında hissettiren büyümüş çocuklar iyileştirecektir. Ne mutlu hayallerini ve de önlüklerini kaybetmeyenlere…
Saygılarımla,