AĞUSTOS GEYİKLERİ
Ağustos ayı durgun bir aydır. Hem Ramazan’ın rehaveti, hem de yıllık izinleri bir araya gelmesi ile birlikte piyasalarda normal dışı bir durgunluk yaşanmaktadır. İşin garibi, aynı durgunluk tüm dünya piyasalarında yaşanmaktadır. Daha önceden de bu konu ile ilgili çok yazı yazmış ve bugünler hakkında…
Ağustos ayı durgun bir aydır. Hem Ramazan’ın rehaveti, hem de yıllık izinleri bir araya gelmesi ile birlikte piyasalarda normal dışı bir durgunluk yaşanmaktadır. İşin garibi, aynı durgunluk tüm dünya piyasalarında yaşanmaktadır. Daha önceden de bu konu ile ilgili çok yazı yazmış ve bugünler hakkında okurlarımı uyarmıştım. Onun için sizleri daha fazla aynı konularla bu tatil ve Ramazan gününde sıkmak istemiyorum. Madem bir rehavet içindeyiz, buna uygun takılalım isterim. Şimdi size çok farklı bir konuda yazdığım denemelerimi sunmak isterim. Hoşunuza giderse, geldiği yerde daha çok olduğunu da belirteyim. İsterseniz yazarım.
Bugün dünyada, 7 milyar civarında insan yaşamaktadır.
Her bir insanın, ortalama 70 kg ağırlığında olduğunu düşünür isek, yaşayan tüm insanların ağırlığı 490 milyon ton demektir.
Dünyanın yaşının 4,5 milyar dünya yılı olduğunu biliyoruz. Yeryüzünde yaşam ise 3 milyar yıl önce başlamıştır.
Şimdi, var sayalım ki 3,5 milyar yıl önce; dünya soğuduktan sonra ve fakat yeryüzünde yaşam başlamadan önce; dünyayı kocaman bir terazide tartsaydık ve bulduğumuz ağırlığa X deseydik. Sonra da, bugün dünyayı tekrar tartsaydık. Acaba, tüm bitki ve diğer hayvanları yok saysak, dünyanın ağırlığı X + 490 milyon ton mu olacaktı?
Cevap, bu süre içinde uzaydan yeryüzüne düşen meteorları ihmal eder isek, yine X olacaktı. Yani, dünya 1 gram bile ağırlaşmamış olacaktı. Çünkü biliyoruz ki Maddenin Korunumu Yasasına göre, hiçbir şey vardan yok olmaz, yoktan var olmaz.
Peki, o halde 490 milyon ton ağırlığındaki insanlar ne oluyor? Yasa, doğru ise ve hiçbir şey yoktan var olmuyor ise, insanlar nasıl var oldu? Ve nasıl oluyor da dünyanın ağırlığını artırmadı?
Acaba, bilimin temel taşlarından olan bu yasa gerçekten doğru mu?
Gelin, bu konuyu biraz daha derinlemesine inceleyelim.
İnsan vücudunun %70’inin su olduğunu biliyoruz. Yani, ortalama olarak her bir insan 49 litre su taşımaktadır. Geri kalan %30’un ise, yani 21 kg.ın ise minerallerden oluştuğunu biliyoruz. Sodyum, potasyum, karbon, vs. Hatta, öldüğümüz zaman vücudumuzun toprağa karıştığını ve yok olduğunu biliyoruz.
Demek ki insan (vücudu) toprak, hava ve suyun bir karışımından meydana gelmiştir.
O halde, insan yoktan var olmamıştır. Sadece yeryüzündeki bazı maddeler şekil değiştirmiş ve insan ortaya çıkmıştır. Tabii, tüm bitkiler, hayvanlar, böcekler de buna dahildir.
Yerkürenin 3,5 milyar yıl önceki hali ile bugünkü halini karşılaştırdığımızda, sadece insanları göz önüne alır isek, yerküreden 490 milyon ton ağırlığında su ve toprak insana dönüşmüştür.
Eski tip portakal sıkacaklarını hatırlayınız. Hani, alta portakalı koyuyorsunuz ve sıkacağın kolunu öne doğru çevirip, üst çenesi ile portakalın suyunu çıkarıyorsunuz. İşte, şimdi o sıkacağın kocamanını düşünün ve 490 milyon ton insanı o sıkacağın altına yerleştirin ve kolunu çevirip insanların suyunu sıktığınızı düşünün. 343 milyon ton’luk su çıkartmış olacaktınız. Ne kadar bir sudur bu 343 milyon ton?
Yani, eni, boyu ve derinliği 700 metre olan bir su kütlesi demektir. Çok fazla bir şey değilmiş. Okyanuslarda bunlardan o kadar çok var ki...
O portakal sıkacağında posa olarak kalan kısım ise 147 milyon tonluk topraktır. Bu kadar toprak da yaklaşık eni, boyu ve derinliği 300 metre olan bir çukur demektir.
Sadece insanları düşündüğümüzde, 3,5 milyar yıl önceye göre bugün, yerkürede 343 milyon metre küp daha az su ve 147 milyon ton daha az toprak var demektir. İşte7 milyar insanın tümü bu kadar.
Sulak, bereketli, yemyeşil, bir doğa parçasını düşünün. Bir de çorak, kuru, ıssız bir doğa parçasını…
Her iki yerde de bir ağaç olduğunu düşünün. Sizce hangi ağaç daha sağlıklıdır? Peki, hangi ağaç daha uzun ömürlüdür? Elbette, bereketli toprakta yetişen ağaç daha uzun yaşar.
İnsanlar da aynı değil mi? İyi topraktan oluşan insanlar daha sağlıklı değil mi? Bereketli bir toprakta doğmuş, orada yetişen bitki ve hayvanlarla beslenmiş, orada büyümüş ve orayı terk etmeden, sürekli orada yaşamış bir insan düşünün. Bir de çorak arazide doğmuş, oradaki bitki ve hayvanlar ile beslenmiş, kuru topraklarda büyümüş diğer bir insanı düşünün. Arada bir fark olacak mıdır?
Kafkaslarda yaşayan insanların daha uzun ömürlü olduğu hikâyeleri elbette bir tesadüf değildir.
Vücudumuzun %70’i sudan meydana geliyor demiştik (49 litre). Her gün 5 litre su tüketen bir insan, yaklaşık her 10 günde bir vücudundaki suyu çevirecek demektir. Vücudumuzdaki kanı, hücrelerimizdeki özsuyu meydana getiren suyun kalitesinin, vücudumuzun sağlığındaki önemi inkâr edilemez.
Sağlığımız, yediklerimizin ve içtiklerimizin kalitesi ile doğrudan etkilenmektedir. Şimdi, kirlettiğimiz toprağı, suyu, havayı bir düşünün. Siyanürlü toprakta yetişen bitkileri, o bitkilerle beslenen hayvanları, insanları; kirlenmiş suyu ta hücrelerine kadar emen canlıları düşünün.
Yerküreyi öldüren her şey, bizi de öldürecek demektir. Çünkü biz yerküre’nin ta kendisiyiz.
Bu arada su konusu medyanın da gündeminde iken söylemek istiyorum. Evinize aldığınız suyun PH’ı 7,5’un üstünde olmalıdır. Sertliği ise 9 gibi yüksek bir rakam olursa çok iyi olur. Tadı serttir, yumuşak sular gibi tatlı değildir; ancak yapılan araştırmalara göre, sert su tüketenlerin kalp ve damar hastalıklarına yakalanması daha azdır.
Farkında mısınız, tüm bilimler, en üst seviyeye çıktığımızda bir oluyorlar. Bilim adamları yetişirken, en son “felsefe doktoru” olarak ünvanlandırılırlar. Doktora diplomasını almış bir bilim adamı, Ph.D ön eki ile donatılır: Doctor of Philosophy...
Makine mühendisi doktorası, tıp doktorası, işletme doktorası diye bir eğitim yoktur. Felsefe doktoru eğitimi vardır.?
Düşünce alanında ilerledikçe, insan görür ki bilimlerin tümü aynı potaya çıkıyor: Yaşam..
İnsanların köküne inildiğinde Havva ile Adem’e ulaşıldığı gibi...
O halde, tüm bilimler kardeştir. Sosyoloji, mühendisliğin; mühendislik, biyolojinin; biyoloji, fiziğin; fizik, sosyolojinin...
Bilimlerin tümü, çalışmalarında bir takım araçları kullanırlar... Teleskop, mikroskop, mikrometre, stetoskop, anket, proton hızlandırıcı, voltmetre ve bunlar gibi bir çok diğerleri...
Ancak, tümünün ortak kullanımında bir diğer araç daha vardır: Matematik.
Matematik, bir modelleme aracıdır. Bir konuyu ele alır ve o konunun tüm değişkenlerine bir isim verir. Daha sonra, bu değişkenlerin birbirleri ile olan ilişkilerini aritmetiksel olarak ifade eder. Bu ifade, modellediği konuya, bilinen en yakın soyutlamadır.
Müzik de bir modelleme aracıdır. Duyguları, modelleyen bir araçtır.
Lisan bir başka modelleme aracıdır. İnsanların birbirleri ile iletişim kurabilmelerini sağlayan ve düşünceleri kelimeler ile modelleyen bir araçtır.
Yazı, mükemmel modelleme araçlarından bir diğeridir. Düşünün, şimdi burada okuduğunuz siyah, kargacık burgacık şekiller aslında kendi başlarına anlamsız çizgilerdir. Ancak, onların her birine bir anlam vermişiz. O garip çizgileri gördüğümüzde, aklımıza onlarla ilişkilendirdiğimiz anlamlar gelir. Sonra, bu çizgileri farklı şekillerde bir araya getirerek, ya da toplayarak, düşüncelerimizi ifade ederiz. Bu çizgileri birbirlerinden çıkartabilir, çarpabilir ve hatta birbirlerine bölebiliriz de.
Elbette, görüyoruz ki her modelleme aracı, belli konularda en iyisidir.
İletişim için, saydığımız tüm araçlar ile ifade edilebilse bile, en uygunu lisandır. Duygular ise, eniyi güzel sanatla ifade edilir. Pozitif bilimlerin, sorulara cevap bulma yöntemleri arasında en iyisi ise matematiktir. Bazı konularda ise, tüm saydığımız modelleme araçları kendi alanlarında yetersiz kalmaktadır. Şu anda, cevap veremediğimiz tüm yaşamsal sorunlar bunlara örnektir.
Örneğin, “kanserin nasıl tedavi edileceği”, cevap veremediğimiz sorunlardan bir tanesidir.
Tıp, bugün bu konuda yetersiz kalmaktadır. Son 20 yılda, çok büyük bir ilerleme kaydetmiş olmasına rağmen, bu soruya kesin bir cevap bulamamıştır. Üstelik sunabildiği cevaplar da, çok acılı ve tahripkârdır. Tıbbın, bugün kullandığı teknoloji ve araçlar, kanser sorununda yetersiz kalmaktadır.
Konuya başka bir yaklaşım öneriyorum. Bilimler, klasik araçlar ile cevap bulamadıkları sorunlara, bir diğer bilimin araçları ile cevap bulabilirler.
Nasıl mı? Elbette modelleme ile...
Sosyolojiyi ele alalım. İnsanın, diğer insanlar ile bir arada yaşamasını konu almış olan sosyoloji, toplumu inceler. Toplumun sorunlarına cevap bulmaya çalışır. Üçüncü dünya ülkelerinde, yaygın bir sorun olan “gecekondulaşma” (ghetto), toplumda istenmeyen, fakat kendiliğinden oluşan bir sorundur. Gecekondulaşma, aynen kanser gibi, toplumun bir bölgesinde oluşur. Kendi haline bırakıldığında ise, toplumun yaşadığı bölgenin diğer alanlarına da sıçrar.
Aynen kanser gibi...
Gecekondulaşan alanlar, çarpık yapılaşma, götürülemeyen hizmetler, plansız yollar ve sair gibi özelliklere sahiptir. Kanser gibi... Üstelik kendi haline bırakıldığında çoğalma eğilimindedir de.
Kansere karşı uygulanan kemoterapi, gecekonduların buldozerler ile yıkılmasına benzetilebilir. Evet, yıkım, bu çarpık yapıları yok eder. Ama gecekondulaşmanın ardındaki nedenleri yok etmediği için, gecekondular tekrar oluşurlar. Gecekondulaşmanın çaresi, ancak gecekondulaşmanın nedenlerini iyi anlamakla mümkün olduğu gibi, kanserin tedavisi de, ancak kanseri iyi tanımlamakla mümkündür.
Sosyoloji, elindeki araçlar ile gecekondulaşmayı yok etmeyi çok iyi bilir. Hatta önlemeyi bile becerir.
Acaba, o halde, kansere çözümü, araçları daha uygun olan sosyoloji bilimi ile bulamaz mıyız?
Yapmamız gereken tek şey, modellemedir. Eğer, gecekondulaşmaya çözümü, modeller isek ve o modeli tıbba transfer eder isek, kansere çözüm bulamaz mıyız?
Bu kadar geyik yeter… Hepinize güzel bir tatil diliyorum.
Can Komar