Bünyamin Halaç
Pazarlama & Satış Koordinatörü / Marmara Siegener Galvaniz A.Ş.
[email protected]
Aslında trajedimizi ifade eden ama komiklik olsun diye sık sık kullandığımız, dolayısıyla ‘içini boşalttığımız’ bu başlığın trajik yönüne bir bakalım;2016 yılı başından beri eğitim alışkanlıklarımızla ilgili iki önemli çalışma yayınlandı.
Birincisi;
OECD, 3 yılda bir yayınladığı ve ülkelerin eğitim sistemlerini ölçtüğü Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Raporu’nu (PISA 2016) açıkladı. Türkiye, 64 ülke arasında 45. sırada yer alarak yine OECD ülkelerinin gerisinde kaldı. Matematikte 45’nci, okuduğunu anlama da 37’nci ve fen bilgisinde 41’nci oldu. Matematik dalında Şangay (Çin), Singapur, Hong Kong (Çin) ve Kore ilk sırayı aldı. Okumada Şangay, Hong Kong ve Kore ilk 3’ü paylaştı. (kaynak: http://www.oecd-ilibrary.org/)
İkincisi;
Brüksel’den yayın yapan ABHaber, Mayıs ayında DESAM’ın (Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi) bir çalışmasını yayınladı.
Rapora göre, Türk halkı günde 6 saat televizyon izliyor, günde 3 saat internete giriyor fakat kitap okumaya ancak yılda 6 saat vakit ayırıyor. AB ülkelerinde %21 olan kitap okuma oranı, Türkiye’de sadece %0,01. UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) dünyadaki okuma alışkanlıkları raporuna göre Türkiye, kitap okuma oranında dünya ülkeleri arasında 86’ncı sırada; Gambiya, Fildişi Cumhuriyeti gibi Afrika ülkeleriyle aynı sıralarda yer alıyor.Cep telefonu ve iletişim masraflarına ayda 213 lira ayıran 4 kişilik bir Türk ailesi, kitaba ise ayda değil yılda sadece 6,5 lira ayırıyor.
Bu raporu destekleyen bir başka çalışmaya göre (Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ, Çukurova Üniversitesi) Türkiye’deki halk kütüphanelerinin sayısı 1.350 civarında ve kütüphaneye kayıtlı üye sayısı 427 bin (sanırım çoğunluğu öğrenci). Türkiye’de 50 bin kişiye bir kütüphane düşerken, Almanya’da 7 bin, İngiltere de 13 bin, Finlandiya’da 4 bin, AB ortalaması 7 bin. 558.1350 kütüphaneye karşın Türkiye’de 600 bini aşkın kahvehane bulunuyor.Japonlar’ın bir karşılaştırmasına göre kişi başına yılda 4 kitaptan az okunmuyor sayılıyor, 4-10 az okunuyor, 10-20 okunuyor, 20 kitabın üzerinde kitap okuyan bir kişi çok okuyor sınıfına alınmaktadır. İstatistiklere göre Türkiye’de her 100 kişiden 4-5’i kitap okuyor. Yine Japonya’da bir kişi yılda 25 kitap okurken, bizde 6 kişi yılda bir kitap okuyormuş. Kitap okuma sayısı, kütüphane sayısı, kıraathane sayısı ile karşılaştırıldığı zaman çok çok gerilerde olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Ovidus “gençliği kitapla beslemeyen ulusların sonu acıdır” diyor.Peki, ortalama bu şekildeyken üniversitelerde durum nasıl?Bu konuda yapılan bir başka araştırmada ise üniversitelilerin de –akademisyenler dahil- okumadığını gösteriyor.
Prof. Dr. Çağatay Özdemir’in “Türkiye’de Öğretim Elemanları” adlı çalışmasında üniversitelerin %16’sı hiç kitap okumuyor, %72’si 1-2 kitap okuyor, %11’i 3-5 kitap, %1.4 de beş kitaptan fazla okumaktadır. İyi okur ortalamasının yılda minimum 10- 20 kitap arasında olması gerektiği düşünüldüğünde öğretim üyelerinin de çok az okuduğu ortaya çıkmaktadır. Yapılan bazı anket çalışmalarında, çoğu akademisyenin gündüz zamanının önemli bir kısmını internet üzerinden gazete okuyarak geçirdiği veya diğer konu dışı alanlarda gezindiği ön plana çıkıyor. Gazeteci yazar Özdemir İnce “Üniversite hocaları okuduklarını papağan gibi tekrarlıyorlar,” diyor. Her gün kullandıkları “Jakoben”in ne anlama geldiğini dahi bilmiyorlar, diyor. En çok okunan kitaplarda ise; Fıkra kitapları, çocuk kitapları (Keloğlan, Nasrettin Hoca) mistik ve ruhani kitaplar ile aşk kitapları, cinsel içerikli kitaplar başı çekiyor.
Sonuç;
Kitap okumak, hayatın bir gereği ve parçasıdır. Ama çıkan sonuçlardan da anlaşılacağı üzere, büyük çoğunluğumuz ‘boş zamanlarını değerlendirmek için’ kitap okuyor. İşte büyük trajedi burada. ‘Balık baştan kokar’ hesabı; eğitimciler okumuyor, veliler okumuyor, öğrenciler okumuyor. Sorumluluk alması gereken kurumlar ilgisiz. Böyle gelmiş böyle gidiyor.
“Kitaplardan yoksun olan ülkeler, adaletin yararlarından da yoksun olur” demiş Namık Kemal. Diyeceğini de demiş. Gerisi bize kalmış. Sadece kitap okumamak değil tabii ki trajik olan. Eğitim sistemimizin çarpıklığı ve deneme tahtasına dönmüş olması. İlkokulda verilen eğitim en baştan beri, sınıf geçmek üzerine kurulu. Özellikle matematik görsellikle süslenip, eğlenceli bir şekilde o yaşlarda öğretilmesi gerekirken, küçük yavruların (küçükken ben dahil) korkulu rüyası oldu hep. Fen de öyle, edebiyatta... Böyle olunca o yaşlarda okumanın erdemi de aşılanamıyor çocuklara. Ve sonra kolaycı, ezberci yöntemlerin yetiştirdiği kaytarmacı, günü kurtarmacı zihniyet yerleşiyor beyinlere. Ve bu nesil büyüyünce de bu alışkanlıklarıyla iş dünyasına atılıyor. Hayatın içine dalıyor. Sonuç; Şekil A’da görüldüğü gibi...
Kıssadan Hisse;
İyi şeyler de olmuyor değil tabii ülkemizde, en azından umudumuzu yitirmememiz gerektiğini düşündürecek şeyler. Bu topraklarda büyümüş Prof. Aziz Sancar, 2015 Nobel Kimya ödülünü aldı. Ve ülkemizde ilköğretim 6. sınıf öğrencisi kızların bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik dalında daha başarılı olması için ‘Kız Çocukları İçin STEM Kampları’ projesini başlattı.
Nobel ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmalarda eğitimin, özellikle de kız çocuklarının eğitiminin önemini vurgulayan Prof. Aziz Sancar, “Bilim yapmak genetik veya zeka meselesi değil, gelenek meselesidir. Dolayısıyla bunu bir gelenek haline getirmeli ve çocuklarımıza erken yaşta aşılamalıyız” diyor. Mayıs ayında Hürriyet Gazetesinden Nuran Çakmakçı’ya verdiği röportajda şöyle devam ediyor Sancar: “Biz ülke olarak, 500 yıllık Osmanlı ve Türk tarihinde bilime önemli katkılar yapmış değiliz. Peki, neden yapmadık? Çoğu insan buna “Zeki olmadığınız için” der.
Ancak bilim yapmak genetik veya zekâ meselesi değil, gelenek meselesidir. Dolayısıyla bunu bir gelenek haline getirmeli ve çocuklarımıza erken yaşta aşılamalıyız. Bu konuda sosyal bilimcilerin çalışma yapmaları lazım. Ben bir bilim adamıyım ve bilim yapıyorum. Fakat sebebini bilemiyorum. Nasıl çözeriz konusunda, bilim yapmaya teşvik etmekten başka ben bir şey tavsiye edemem.”
Sancar, aldığı Nobel Kimya ödülünü Anıtkabir’de Mustafa Kemal Atatürk’e armağan etti. Atatürk deyince onun çok iyi bir okuyucu olduğu bilinir. Yaşamının tamamı dolu ve yoğun olan Atatürk’ün 57 yıllık yaşamında çoğu işaretlenmiş ve not alınmış 4 bin kitap okuduğu arşivler ile tespit edilmiştir. Kitaplara verdiği önemi şu sözlerle dile getiriyor Atatürk: “Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini kitaplara vermeseydim işlerin hiçbirini yapamazdım.” Bunu da “Cumhuriyetin temeli kültürdür” ifadesiyle okula, okumaya ve kültüre verdiği önemi ortaya koymaktadır. Bu vesileyle siyasilerin ve yöneticilerin okumalarının ne kadar önemli olduğu da görülmekte. Çünkü sorumluluk sahibi yönetici, aldığı kararları süzgeçten geçirmek zorunda. Az okumuş ya da okumayan idarecinin süzgeci kalbur gibi olur. İncelik ve hassasiyet yoktur, sağlıklı muhakemesi yoktur. Ne kadar az okumuşsa o kadar az beslenir. O kadar dar görüşlüdür. Ufkunu ya da çevresini göremez. “İyi seçilmiş kitapları okumak, geçmiş yüzyılların seçkin zekâlarıyla önceden düzenlenmiş bir konuşmaya katılmak gibidir” demiş Descartes. Öyleyse ‘okuyan insan okuduğu kitap sayısı kadar insandır’ diyebiliriz.
Son söz yerine;
Maalesef okumayı ‘not yükseltmek’ ve sınıf geçmek için olarak algılayan öğrencilerimizin, boş zamanlarını değerlendirdikleri bir ‘eğlence’ aracı olarak gören velilerimizin, bildiri ya da sunumları için alıntı yapma aracı olarak gören akademisyenlerimizin, vakti olmadığı için kitap okuyamayan siyasetçilerimizin ve tüm bunların farkında olmayan resmi makamlarımızın olduğu bir ülkemiz var.
Ne var ki, bunu düzeltmek mümkün. Köklü reformlar yapılması ve bu trajik tablonun bir gün değişmesi umudunu hiç yitirmemeliyiz. Çünkü okumak, umut etmektir aynı zamanda. Hep birlikte ve barış içerisinde yaşamak istiyorsak eğitim seviyemizi yükseltmeliyiz. Okuyan insanda empati duygusu gelişir çünkü, adalet duygusu gelişir. Bu da barışı getirir.