Bu topraklarda gündelik hayatın direk içinde olan tüccarlık, esnaflık alanında dünya tarihinin bilinen en adaletli sistemi vardı; Ahilik…
Sivil toplum örgütü lafı şurada (lafın gelişi) 3-5 senedir konuşulurken 13.yüzyılda Anadolu da ‘ahilik’ bir sivil toplum hareketi olarak zamanının çok ilerisinde demokratik ve insancıl bir yapılanma idi. Ahiler esnaf ve tüccarların, diğer meslek gruplarının bir arada ve bir anlayış çerçevesinde örgütlenmesini sağlamış ahlaki temelleri olan sosyal ve ekonomik bir düzen kurulmasına ön ayak olmuştur. Hacı Bektaş ın tavsiyesiyle Ahi Evran tarafından kurulmuş (1236-1329, Ahi Evran Cami ve türbesi Kırşehir de dir.) bu yapının 4 ana ilkesi vardı;
1- Güçlü ve üstün durumdayken affetmek,
2- Öfkeliyken yumuşak davranmak,
3- Düşmana iyilik etmek,
4- Kendisi muhtaç iken başkasına vermek.
Bu ilkelerini betimlemek için o dönem esnafların mekanlarında yazılı tabelalar olarak bu geleneklerinin maddelerini görmek mümkün. Mesela en sık kullanılan yazı şu; Eğrisi varsa bizden, doğrusu elbet sizin. Hiylesi hurdası yok, helalinden malımız. Müşterilerimiz velinimet, yaranımız yarimiz. Ziyadesi zarar verir, kanaattir kârımız.
Balıkçı da şu yazı asılı mesela;
Ehl-i aşka müptelayım nemelazım kâr benim, Mal ve mülküm yoktur amma kanaatim var benim.
Bir başka dükkanda;
Doğru olsan ok gibi elden atarlar seni Eğri olsan yay gibi elde tutarlar seni Menzil alır doğru ok, elde kalır eğri yay, Bir esnaf yapılanması gibi görünse de aslında toplumsal hayatı doğruluk ve dürüstlük yolunda tutmak isteyen en derin insani yapılanmalardan biri. Ahiliğin ruhu İstanbul un fethi sonrası dönemde gücü azalsa da yüzyıllar boyu bu topraklarda özellikle al – sat, esnaflık, ticaret alanında bir yol gösterici oldu. O dönemde dükkanlarda görünen şu yazı çok dikkat çekici; İlim ve sanattan haberdar olmayanlar aç olur, Müflis (iflas eden) ve bîvâye (yoksul) kalur, herkese muhtaç olur..
Ahinin üç şeyi bağlanır; Gözü haram olan şeylere, ağzı günah olan sözlere, eli zulümlere bağlanır.
Üç şeyi açılır; Kapısı konuklara, kesesi ihtiyacı olana, sofrası bütün açlara açılır…
Burada esnafın ilim ve sanatla ilgili olması gerekliliğine bakar mısınız? yaklaşık 800 yıl önce vurgulanmış.. Bu anlayışa ilericilik, sanat diyebiliriz elbette, ama bunun adı zanaatkarlık’ dı.. esnaflık, zanaatkarlık, dürüstlük aynı düzlemde idi... taa ki 80 li yıllara kadar.. Orta yaş grubu çoğu insan çocukluğunun berberini, veresiye defteriyle ekmek aldığı bakkalını, büyük elbiselerini daraltan, Sümer kumaşından gömlek, pantolon diktirdiği, parasını ay ay taksitle ödediği terzisini, çerçisini, evini ineğini bildiği sütçüsünü, arzuhalcisini, pazarcısını özlemle anıyordur. Sonra, sonra dışarıya açılma sevdası, entegrasyon, globalizm vs. bu değerleri aldı götürdü..
Temiz bir vicdan kadar yumuşak hiçbir yastık yoktur. FRANSIZ ATASÖZÜ
Peki günümüze gelelim mi? Pazarda hayatta ilk defa karşılaştığınız bir esnafa bu kaça dediğinizde: -sana 5 milyona olur! diyor.. Nasıl yani? Niye bana, başkasına değil mi? Oysa herkese aynı şeyi söylüyor.. o zaman niye gerçek fiyatı etikete yazmıyorsun!!! Başka bir klasik: Fiş veririm tabi de yazarkasa arızalı. Gelip geçerken uğrayın vereyim !!! Devam edelim; (Müşteri) Bu bana biraz küçük geldi, El Cevap; Giydikçe açılır.. Aynı mal bir başka müşteri; Biraz büyük mü acaba? El Cevap : Yok yok giydikçe çeker toplar kendini !!!
‘Bu mal artık üretilmiyor başka yerde bulamazsınız’ başka bir klasik.
Devam; “Her rengin altına giden bir ürün seçtiniz. ” “O elinizdeki tek kaldı başka yok. ” “Yani alın diye demiyorum ama bu size çok yakıştı. ” “ Az önce son parçayı sattım. Ama çok şanslısınız tıpkı onun gibi bir model var elimizde. ” “Bir sorun çıkarsa getir, ben hep buradayım ablacım” “Bunun özelliği bu” Bir de ‘kapatıyoruz, zararına satış’ yalanı var.. Bunu kocaman afişlerle yazıp 10 senedir çalışan mağaza biliyorum ben. Söylem ve taktiklerin hepsi yalana dayalı. Şimdiki çoğu esnafın sanal duvarında bunlar yazılı maalesef.
Bir malı satarken ki şaklabanlıklar ve sonradan bir sorun çıktığında düşman muamelesi yapmalar.. Yasal hakkını kullanmaya cesaret edemeyen vatandaşı sürüm sürüm süründürmeler.. Bunlara büyük kurumsal yapılardaki markalar da dahil. Çünkü bizde anlayış şu; bir ürünün satışına bir sürü kurnazca kar eklenmiştir. Maharet bu ürünü satmaktır.
Sattın bitti. Gerisini düşünme. Ve satarken her yol mubahtır. (Makyavel in kulağı çınlasın) Yalan, abartı, yanlış bilgi.. Ürün satıldıktan sonraki hizmetler kardan götürür. Bunu o gözle görüyorlar. Dolayısıyla ürünü satarken ayıya dayı, sattıktan sonra dayıya ayı (!) . . Birde dolmuşçu hikayeleri var, ona hiç girmiyorum. Ünlü firmalar dedim, mesela koca koca firmaların maketten ev satışı yasaklandı ya, nedeni bu işte. Gösterdiğini yapmıyorlar çünkü. Kontrat yap, peşinatı öde.. iş bitti.. İtiraf edin bunları okurken benzer deneyimleriniz, kötü tecrübeleriniz aklınıza geldi değil mi? Hele, mesela ülkemizde olumsuz satış sonrası servis tecrübesi olmayan var mıdır? Ya da garantili ürünlerde yaşanılan sıkıntılar. Gerçi bu satış sonrası hizmet kalitesizliği işi yukarıda bahsettiğim globalleşme ile ilgili biraz. Şöyle ki; bir ürün ne kadar sık periyodlarla satılırsa o kadar kar getirir. Yani ne kadar sık bozulursa o kadar iyi. Yani tüketici ‘lanet olsun yenisini alırım daha iyi ‘ diyene kadar zulme devam. Amaç o zaten, tüketim toplumu küreselleşmenin insanlığımıza armağanı.Bu düzen için ne kadar sık tüketirsen o kadar iyi. Bu konuda detaylı araştırma yapmak isteyenler internette ‘Planlı Eskitme’ yazarak araştırdıklarında çok etkileyici ve çarpıcı bilgilere ulaşabilirler.
İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur. (Necip Fazıl Kısakürek)
Yalanın insanı nasıl sarıp sarmaladığını, sonucunu, sebebini Nazım yazmıştı ‘ellerinize ve yalana dair’ isimli şiirin de; ‘ ve insanlar, ah benim insanlarım/ yalanla besliyorlar sizi/halbuki açsınız/etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız’ der, sonra da sürdürür; ‘’antenler yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa rotatifler/kitaplar yalan söylüyorsa/beyaz perde de yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların/ dua yalan söylüyorsa/ninni yalan söylüyorsa/rüya yalan söylüyorsa/ meyhane de keman çalan yalan söylüyorsa/ses yalan söylüyorsa/ yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı /söz yalan söylüyorsa/ses yalan söylüyorsa/... nedeni bellidir:’’ ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız /bu ölümlü, bu yaşanası dünyada/bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.’’
Ah benim güzel memleketimin güzel insanları. ‘Benim bir kuru itibardan başka neyim var bu dünyada kaybedecek‘ demiş Necati Cumali. Değer verdiği tek varlığını ‘itibar’ olarak gören o güzelim zihniyet nereye gitti acaba? Yalanla bozulan ‘insan’ vicdan muhakemesini de yitirdi.Bu ülke de esnaf şimdi camına kar topu geldi diye bıçakla adam öldürüyor.. Gencecik çocukları tekme tokat dövüyor, öldürüyor. ‘Başkasının yerine utandınız mı? hiç’ der Haydar Ergülen. Ve devam eder; ‘’Utanmışsınızdır.İnsan olan utanır çünkü…’’
‘Adamlar’ grubu ‘utanmazsan unutmam’ şarkısında şöyle der;
yalana yalana yalanla yaşayana sor yastığa başını koyunca aklından geçenleri insan, insan olduğu kadar var yoksa kim hatırlardı çoktan göçenleri dünya malı yalnız bir ömre kadar yoksa giyer miydi ölüler cepsiz kefenleri kirlilerinden sızanlar okyanus oldu bu rüzgara dayanmaz gemi at çapayı derine sal tayfanı al başını avcuna düşün utan utan utanmayan insan olur mu lan? altın bir madalyon gibi taşınmalı vicdan tek kıvılcımdan nasıl yanarsa koca orman unutmazlar, unutmayız, unutmam Yaşanmış bilindik bir hikaye; Heykeltraş Dr. Derviş Özer Kızılcahamam da belediyenin de desteğiyle bir şehit anıtı yapmak istiyor. Belediye yer ve eski kurumuş bir ağaç veriyor. Proje bu ağaca şehit künyelerini asmak. Bu künyelerin yapımı için ermeni bir ustayı buluyor hoca. Ermeni usta bu şehit işidir,milli meseledir, önemlidir, paslanmayan bir metal kullanmak lazım der, uygun malzeme ile yapar ve bu işten para kazanmak istemez maliyetine verir. Aradan yıllar geçer, künyeler gayet sağlam ve paslanmadan durmaktadır. Eksik künyeler yerine alelacele başka bir esnafa bu iş verilir. Ermeni ustadan beş kat pahalıya verdiği künyeler 3 ayda paslanır!!! Son söz yok.. gerek de yok zaten...
Kıssadan Hisse;
Nasreddin Hoca, eşeğini mahkeme kapısına yakın bir yere bağlayıp pazara alışverişe gitmiş. O sırada kadı, hilekâr bir satıcıyı yargılamış, Merkebe ters bindirerek şehirde dolaştırılma cezası vermiş. Suçluyu, kapının yakınındaki Hoca’nın eşeğine bindirip gezdirmeye başlamışlar. Hoca çarşı içinde mübaşirin gezdirdiği suçlu adamı görmüş, ses çıkarmamış. Mübaşir eşeği aldığı yere götürüp, aynı şekilde bağlamış.
Birkaç saat sonra Hoca ellerinde paketleri ile eşeğinin yanına doğru giderken, birde bakmış ki aynı suçluyu bir daha eşeğine ters bindirmek üzereler. Bu sefer müdahale etmiş. Suçluya dönüp yüksekçe sesle : - “Ya hilekâr esnaflıktan vaz geç, ya da yanında bir eşek getir” demiş. Not: O dönemde sahtekar kişilere böyle ceza verilirmiş, halk tanısın, bir daha alışveriş yapmasın diye.. Bir an günümüzde uygulansa ne olurdu diye, gülümsedim.